1. Obsesif olunmaz, obsesif kalınır... Üç yaşındaki çocuklara bir bakın, ağzının kenarına bulaşan yağdan rahatsız olmayanını bulana ödül var. Oyuncaklarının onun kafasına göre olan düzenini bozun bakalım, cesaretiniz varsa.Tertip ve intizama olan merakları dorukta olan bu çocuklar büyüdüklerinde nereye gidiyorlar? Prefontal korteksin müthiş bir büyüme hamlesi geliştirdiği o yıllarda, her şeyi bir sınıfa sokmak, görülen her nesnenin yaşanan her dakikanın adını ve anlamını repertuvarımıza kaydetmek için obsesif olmayıp da ne yapsak? Hayatın giderek karmaşıklaştığı dönemlerde, hayatı anlamakta zorluk hissettiğimizde, elimizdeki mevzilere sıkıca sarılmamızın ilk provasını bebeklikten çocukluğa geçiş yıllarımızda yapıyoruz. Hayatın korkutuculuğunu ilk hissettirmesi ile birlikte... Bu dönemin obsesif stilini bir türlü bırakamayanlar, hayat boyu aynı stille devam etmeyi, öyle kalmayı, ya da sıkıştıklarında öyle olmayı “tercih” ediyorlar. Her şey “hep öyle” ya da “hep böyle” kalsın diyenler , obsesif kalıyorlar. Nedeni? Nedeni uzun hikaye, ama kuşaklar boyu aynı obsesif stile sahip en azından bir birey bulundurmayı “âdet” edinmiş bir aileye mensup olmak, desek... “Genetik belirlenim” demenin bir başka yolu işte.
Bob Dornberg (1998) | 2. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm...Dört yaşına gelene kadarki hayatımıza hükmeden korkular, sonrakilerin “giyinmemişi” sayılabilirler. Tehlikenin kucağına atılmamak için elinden geleni yapanların bir kısmı, bildik ve emniyetli saydıklarından ayrılmamak için bir şeylere “takılmayı” dener. Uyku vaktinde, mesela... Uyumamak için direnen çocuklar, takıntılarını uygulamaya sokarlar. Yatmadan önce söylettirilen marşlar, bir masal, iki masal, üç masal... Bitmek bilmeyen ayrılık merasimleri... Hiç yatmasam, n’olur sanki? Yattığımda sonrada kalktığımda, yattığımdaki gibi bir dünyaya kalkabilecek miyim?Hayat bıraktığım yerden devam edecek mi? Bu soruyu açıkça sormayan bir çocuğun, sorusunun “doğru” cevabının ürkütücülüğünü hissettiğini, ama kelimelendiremediğini düşünüyorum. |
3. Güvenli kucaklar...Felaketlerden kaçmanın en güvenli yolu, güvenli kucaklara sığınmak... Daha bebekken aldığımız “ders”ten yararlanmayı sürdürenlerimiz, kucaktan hiç inmemeyi veya kucağa hiç çıkmamayı seçenler olarak ikiye ayrılabilir. İki durumda da senaryo aynı aslında: Korkunun yönettiği bir hayatın öznesi olmak, kaderine pek elleşmeyen birisi olarak kalmak... Obsesif-kompulsif çocukların hayatlarının başka dönemlerinde, o tutuk, takıntılı hallerinden kurtulduklarında, hiperaktifleşmeleri senaryonun öbür tarafına geçmek gibi: Çok kontrolden hiç kontrole...
4. Yaprak toplayarak... Hiç yaprak bırakmamacasına koşturuyor sokak aralarında, bahçeden bahçeye... “Bir tane bile kaldıysa, söylemesi bile zor, çok kötü şeyler olabilir. Kime mi? Anneme tabii ki... Onu önlemek için topluyorum şehrin bütün yapraklarını şehrin.” Uykusuz, susuz, eksiksiz, ne kadar yere düşmüş yaprak varsa, o kadar yaprak toplanmalı. Kendini yok edercesine bir takıntının peşine takılan herkes, bir felaketi, kendisinin ya da en sevdiği ve en kızdığının başına gelebilecek bir felaketi önlemek çabasında. Bir çocuk bunu ne kadar söze dökebilir ki? “Geceleri yaprak toplamaya ara verdiğimde, gidip annemim yüzüne krem sürüyorum. Kırışıklıklar kaybolsun diye... Saçlarını da boyamak istiyorum, tek bir beyazlık kalmacasına.”
5. Fazla sıkı tuttuysan hayatın elini...Hayat ile ilişkimizdeki tarzımızı, çocukken annemizin elini tutuşumuza benzetiyorum. Kimimiz sımsıkı yapışıyoruz, hiç bırakmamacasına... Kimimizin tutuşu ise, her an kurtuluverecek gibi, gevşek, iğreti. Güvenli, ne zaman tutacağını, ne zaman biliyor gibi gözüken çocuklara bir yandan imrenerek... Hayatın elini fazla sıkı tutmaya (obsesif-kompülsif) bozukluk denilebilir mi?
6. Sevmek bir takıntı mı?Ne iddialı bir soru bu... Tabii ki, sevmek bir takıntı. Ama, sevmek bozukluk olan takıntı mı? Allah aşkına, bu sorunun cevabının ne önemi var; nasıl olsa kimse aşktan iyileşmek istemez ki...
7. Sofra krizi...Masada hep aynı yerde oturur. Tabağının ortasında iki kaşık, ne bir eksik, ne bir fazla, iki kaşık patates püresi. Üstüne bir köfte, bir pirzola... Her öğle saatinde dedesi ajans dinlerken, o da sofradaki yerini alır. Yemek öncesinde, abdest alırcasına bir titizlikle, içinden bir şeyler söylene söylene, tırnağından dirseğine elini-kolunu yıkar. İşin sırasını bozacak bir ses, kapının zili mesela, onu çıldırtmaya yeter. Isırsa birilerini, ya da kendi kollarını, en iyisi...O ısırık, ancak, düzenin bozulmasının yarattığı öfkeyi yatıştırmaya yeter... Senin sofrada oturacağın yere, yediğine içtiğine karımaya başladığında, alır doktora götürürsün. Her sofra krizinden sonra, ağlamalarına dayanamaz, dediklerini uygulayacağına söz verirsin. Hep bir şeyler eksik kalır, onun istediklerini bir türkü tam yapamazsın. Ona giderek daha çok kızarsın. O da, sana kızar. Anlaşılamadığını düşünür. Sende anlaşılamadığından yakınırsın.
8. Hayatı hissedemeyen çocuk...Hayat sahici mi? Öyle değilmiş gibi geliyor da...Temiz ama temiz değilmiş gibi... Her hazırlığı tamam, ama hiçbir hazırlığı yokmuş gibi... Yapılanlar sanki yapılır yapılmaz, eylem-hafızamızdan siliniyor. Hiçbir iz bırakmadan kayboluveriyor. Her yaptığımızı tekrar tekrar denetlemek, yaşananları hiç olmamış gibi algılamak, yapılanların devamlılığını ancak yapıldığı anla sınırlamak... Devamlı aynı şeyleri yapmak. Belleği birkaç basamaktan geriye gitmeyen ve söz tutmayan bir bebek belleği haline getiren bu sürece, bir çocuğun dayanması zordur. Yaşadıklarının sahiciliğinden hep şüpheye düştüğünde, yaşananları doğrulamaktan başka bir çare bulamayan çocuk, ısrarcıdır. Yaşayabilme telaşındadır. Bu günden ayrılmak istemez, bu gün ya da bu an, daha telaffuz ederken kelimeleri, geçmişte kalıverir. Bugün olarak bellediği bir geçmişe tutunan çocuk, tutucu ya da ilerlemeyi önleyici bir “siyasi” pozisyonuna sürükleniverir.
9. Dikkat dağılır ve toparlanır...Obsesif bir çocuksanız eğer, dikkatiniz toplandığında dağılamaz. Nereye takıldınızsa, orada kalır. Dikkat dağınıklığı olan bir çocuksanız, dikkatinizi toplamanız zordur. Obsesif çocuklar, tedavi edildiklerinde, bazen o an’a tutsaklıktan kurtulmanın coşkusuyla, kontrolünü tümüyle bırakıverirler. Hareketli ve takıntılı olmak çelişkili gözükebilir. Kontrolsüzlüğün bir şekli “çok kontrol” ise, diğeri de “hiç kontrol”.
10. Edebiyat gençleştirir...Çünkü hayat söz ile zapt edilebilir. Bir yazar (Leyla İpekçi), Hürriyet’te yayımlanan bir röportajda diyor ki: “Edebiyatçı olmadan önce daha yaşlıydım. Çünkü hayat daha hızlı akıp geçiyordu.” Söz kullanma becerisinin gelişmesi, çocuğun hayatı ve zihni üzerindeki kontrolünü arttırdıkça, hayatı yavaşlatır. Söze dayalı beynimiz, sözsüz beynimizden daha ağırdan alır süreçleri. Hayatın hızına ayak uydurabilmek, hayata kaybolup gitmemek için ihtiyacımız olan bir yavaşlamadır bu. Bir bakışla karar veren sözsüz yanımızın süratini kesen sözlü yanımız, obsesif oldukça işi hayatı durdurmaya vardırır. Hayatın durmasını, hayatın bitmesi gibi görenler de olacaktır. Obsesifliğimiz depresyonla “taçlanır”. Korkular biter, hayat durduğu için. Hayatın tekrar hızlanmasında neler olacağının korkusu, çocuğun içini kaplar. “Tedaviye direnç”, korkunun aldığı son şekilde başka bir şey olamayabilir. O sırada çekilecek bir fonksiyonel manyetik rezonans, sol hemisferde artmış kan akımının kaudat çekirdekte yoğunlaştığını gösterebilecektir.